Dün ya da önceki gün değil de neden bugün daha çok? Yağmurlu ya hava; ondandır belki...
Fransızca zamanla hava aynı.
Çok dengesizliği bundan öyleyse… çemberi kapatmak zor.
Artık arabalar istop etmiyor.
Düzeltmeliyim: artık arabalar otomatik ve istop etmiyor,
yokuşta kaymıyor da…
insanlar çok çalışıyor ama daha çok araba kullanıyorlar öyle
değil mi?
Ve bir o kadar da telefonla konuşuyorlar; bazısı araba
kullanırken telefonla da konuşuyor. Bu bazının bazısı telefonunun hoparlörünü
açarak konuşuyor ki; her ne kadar sosyal sorumlu bir davranış modeli olsa da;
bunu komik buluyorum.
Kendi kendilerine
konuşuyormuş gibi göründükleri için.
Belki de kendi kendine konuşuyorlar ve
telefonla konuşuyormuş süsü veriyorlar. Annemle asla arabada telefonun
hoparlörünü açarak konuşmayacağım.
Annem bu hassasiyetlerimin ruh hastalığı olduğunu söylüyor.
Bence ruh hastalığı sırf bu hassasiyetlerin üstüne gitmek
için, ya da bir ruh hastası olmadığını kanıtlamak için, zorla kendini, bariz
bir şekilde rahatsız hissedeceğini bildiğin durumlara sokmaktır.
Annem eskiden arabayı sürekli istop ettirirdi ve sonra da
sanki kendi hatası değilmiş, bir şey dikkatini dağıtmış ya da arabada bir sorun
varmış da ondan olmuş gibi davranırdı. Ben bunu hep yermiş gibi yapardım.
Annemin benimle ilgili vara yoğa endişelenmesini eskisi
kadar endişe verici bulmuyorum.
Ve arabaların artık istop etmemesi ne sıkıcı.
Aşırı meşguliyetler sonrası, aşırı rehavet.
Yüzeysellikten ölücem.
Uyandım,
günlerdir ilk kez uyandıktan sonra gün içinde hiç bir
şey yapmam gerekmiyor. Böyle günlerin güneşli ya da yağmurlu olması beni çok
ilgilendirmez. Çünkü hava ve zaman
ilişkisi burada da geçerlidir. Zamanın önemi olmayınca havanın da önemi yoktur
ya da tam tersi ne fark eder ki?
Yataktan çıkmayı düşünmüyorum.
Andy’nin de dediği gibi ne yaparsan yap ‘yatakta bişey yapma’
, yatağın kendisi sebebiyle çok cool.
Ne zamandır çok iyi bir film seyretmemiştim, şu sahne iyiydi
ama.
Biri arkasını döner, yürür gider ve orada kalanlar
birbirlerinin yüzüne bakakalırlar.
Öyle zamanlarda gözlerim anlamaksızın görüyor.
Ve bazan takılıp kalırsın.
Bu kez de görmeksizin anlıyorum, sonra görüyorum… melekler.
Bu kez hiçbir talebim olmamıştı oysa. Gözlerini aç ve kendini hayranlığa bırak. yemin
ediyorum bu varoluştaki en huzurlu, en mutlu moddur.
“Güzelim evren ondan uzaklaşıyordu”
O an aklımdan geçen:
Maske gizlenme midir? Kılık değiştirme midir?
Akşam yemeği için üstümü değiştiriyorum. Saçımı topuz yapabilirim. Bunu saçma buluyorum ama yine de bunu
yapmaktan hoşlanıyorum; öyleyse sorun
yok.
Voltaire’in “bu dünya bir saçmalıklar ve dehşetler kaosu, bu
konuda kanıtlarım var” demiş olması beni aklıma geldikçe gülümsetiyor.
Ve şimdi karşımdaki beyaz duvara bakarken ışık ve gölgelerden
yansıyan lekelerle gözümün içinde solucanvari şekiller ürüyor. Ve sürekli yer
değiştiriyorlar.
Aynen şöyle oluyor:
“odana dönüyor ve kendini daracık sedirine atıyorsun. Tıpkı
budalalar gibi, gözlerin faltaşı gibi açık uyuyorsun. Tavandaki çatlakları
sayıyor bir düzene koyuyorsun. Gölgelerle lekelerin birleşmesi sayesinde,
görsel uyum sağlama ve yön bulma yeteneğinin zenginliği sayesinde, doğmakta
olan düzinelerce şekil zahmetsizce, ağır ağır ürüyor; ancak bir an
yakalayabildiğin kırılgan düzenlemeler; dağılıp parçalanmadan ve her şey yeni
baştan başlamadan önce , onları bir isim altında – koruk, kolit, köy, kasaba,
kafa- topluyorsun; bir el hareketinin , bir devinimin , bir silüetin belirmesi,
büyümesine kayıtsız kaldığın içi boş bir işaretin başlangıcı; belirginleşen
raslantı: Üzerine dikilen bir göz, uyuyan bir adam, bir girdap, yelkenlilerin
hafif salınımı, ağaç parçası, fışkıran, sakınılan, yeniden kavuşulan küçük dal,
bunun içinden noktası noktasına belirginleşerek yine ortaya çıkan bir yüzün
silik başlangıcı, az öncekinden azıcık farklı, belki daha karanlık, yada daha
dikkatli, bitirilmemiş bir yüz, kulaklarını, gözlerini, boynunu, alnını
görmeden aradığın bir yüz; bu yüzden aklında kalan, bu yüzde bulduğun, bulur
bulmaz da kaybettiğin tek şey muğlak bir gülümsemenin izi ile, utanç verici ya
da anlı şanlı- kimbilir?- bir yara izinin uzattığı burun deliğinin gölgesi
sadece.”
Güzelim evren ondan uzaklaşıyordu bunu kim demişti?
Stoacı utanma daha icad edilmemişti.
‘Sicilyalı diodoros parçalara ayrılmış ve dağıtılmış bir
tanrının öyküsünü anlatır; bu tanrı alacakaranlıkta yürürken veya geçmişindeki
bir tarihi belirlerken sonsuz birşeyin kaybolduğunu hissetmedi hiç. ‘
Bu gün daha çok, sebepsiz.
Sonsuza kadar yazacağım sana benden bağımsız.
Sevgiler
jane
P.S. alıntı: George Perec/ uyuyan adam
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder