11 Kasım 2019 Pazartesi

106. MEKTUP; AYNI GÜN İÇİNDE


Kapıyı çektim, anahtarı bir kez çevirdim ve sokağa doğru döndüm. Koca ağaç, dallarındaki tüm yaprakları düşürmüş. Rüzgar da kapımın eşiğine getirmiş, yığmış. Rüzgarı düşününce, atkımın, omzumun önünden aşağıya sarkan parçasını tutup boynumun etrafından diğer omzumun arkasına attım.  Sarı yaprakların üstünden yürüdüm caddeye çıktım. Yağmur yoktu henüz.

Meydana doğru yürürken önünden geçtiğim heykelin aslında son derece rahatsız edici olduğunu ilk kez bu geçişimde fark ettim. Orantısız vücudu tüm estetik beğenilere pabucunu ters giydiriyor. Kafasının bedenine göre küçüklüğü olağan dışı. Kolları neden bu kadar uzun? Sanki bronz değil de... elastiki bir materyalden yapılmış da, çekmişler uzamış gibi. Bu kadar dar omuz ve bu kadar uzun kollara resme yeteneği olmayan bir ilkokul öğrencisinin çizdiği resimde bile rastalayamazsın. Bacaklara geçemiyorum dahi. Söylenecek şey bulamıyorum. Bir sanat eserine ucube diyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Ama bu kez fark ettim ve itiraf ediyorum ki bu heykel beni irrite ediyor.  Ayrıca onu görmemek için çoğu zaman yolumu da değiştiriyorum.  Neden?
Ama bu beni psikanalizlik bir ruh hastası yapmaz sanırım.
Ruhum zaman zaman kendine fazla yüklenir, zayıf düşer, soğuk alır vs ama kronik bir durumu yoktur.  Meydana yürüyene kadar heykeli ve bana hissettirdiklerini düşündüm. O esnada yağmur yağmaya başladı. Mide krampları gibi şeyler oluyor. Yağmur hızlandıkça ben de hızlanıyorum. Yağmuru da sevmiyorum.  Esas ıslaklığı sevmiyorum. Peki neden? İşte cevabını bilemediğim bir soru daha.
...

ileride antika pazarı gibi birşey kurulmuştu. Tentelerin altında oyalanırken yağmuru da geçiştiririm diye düşündüm. Gözlerimi kapattım. Şu an iyiyim. sevdiğim şeyleri düşünüyorum. İyiyim dediysem,
içim içimden taşmıyor. Beğendiğim şeyleri düşünürken yani. İrrite olmanın karşılığı bir duygu yok hissettiğim. İlginç

Belki de vardı ama hatırlamıyorum. öyle ya şimdi buradayım orada değil.

standın birinde gözüm daha önce görmediğim eski bir kart oyununa takılıyor. Kutusunun üstündeki font hoşuma gittiği için kutuyu elime alıyorum. o sırada aynı standta başka birşeyle ilgilenen kadın göz ucuyla neye baktığıma bakıyor. Ben kutuyu bırakır bırakmaz o alıyor. Ben hiç almamış olsaydım o kutuyu, yine de dikkatini çeker miydi? İşte cevabını bilmediğim bir soru daha.

Bir iki stand ileride eski bir derginin sayfalarını çevirirken bir tanıdığa rastladım. Aslında o bana rastladı çünkü ilk o beni fark etti. Bir 'merhaba' ile uyandırdı beni. Çünkü o ana kadar sanki bulunduğum mekanın ve anın içinde uyukluyor gibiydim. tanıdık dediysem de lafın gelişi. İsmi ve dış
 görünüşü dışında hakkında hiç birşey bilmediğim birisiydi bu karsılaştığım kişi. işyerinden tanıyordum. (Bak yine tanımak diyorum mecburen.)  Herneyse,  merhabalaştıktan sonra bana nasıl olduğumu sordu ne var ne yok gibisinden. 'iyi' dedim 'ya sen?' diye sordum. ‘iyi iyi' dedi. Başka hiç birşey sormadım. Görüşürüz deyip devam ettim.
Bazı insanları hiç merak etmiyor oluşum tuhaf, bazı insanları çok merak ediyor oluşum gibi.

Standın birinde çay kaşığı boyutunda kahve sütü çırpıcısı gördüm. Macha çayını köpürtmek için kullanabilirim diye düşünerek pazarlık etmeden aldım. Biliyorum bambudan olması gerekiyor ama saçma sapan iki bambu çöpüne 150 lira veresim yok. O kadar da organik olmayıversin.

Üşümeye başlayınca kapalı bir yere girmeye karar verdim böylece gözüme kestirdiğim bir kafeye oturdum. Duvardaki resimleri inceledim bir süre, nane çayım demlenene kadar... Sonra sıkıldım.  Bazı günler ne kadar çekilmez bir sıkılgan olduğuma hayıflandım biraz. Sahiden farkındayım bunun. iyiki yanımda birileri yok şimdi diye düşündüm. Genelde benimle takılmak eğlencelidir, sıkıldığımı saklayamadığım anlar dışında. İşte o zaman ne çekilmez bir sıkıcı oluyorum kimbilir. O anlarda beni denize atmalısın, aklında bulunsun. Ben suyun üstünde sırt üstü durmalıyım gözlerimi güneşe doğru kapatmalıyım. Bil diye söylüyorum.

Kapının önüne çıkıp bir sigara yaktım. O sırada önümden geçen bir genç, (muhtemelen benden genç diye öyle dedim,) bir an kesti beni. Manalı bir bakış gibi geldi nedense. Fena görünmüyorum, hatta iyi görünüyorum herhalde diye düşündüm. Kendime şımardım içimden, sigarayı yarım bırakıp içeri girdim. Çantamdan defterimi çıkartıp bu mektuba başladım. 'Yağmur yoktu henüz’ kısmına kadar olan bölümü orada yazdım. Cam kenarındaki masa boşalınca oraya geçtim, o zaman dikkatim dağıldı devam edemedim. Yağmurun ardından yine gelen geçenle doldu sokak,  ben sıkıldım gene. Biraz telefonumla oynadım. Hesabı istedim sonunda.

Sokağa çıkarken kendime bomboş bir gün geçirmeyi vaad etmiştim. Sanırım gerçekleştirdim. Eve geldiğimde hava kararmamıştı daha. Bi kahve yapıp mektuba devam ettim. Bir iki mesaj geldi onlara cevap verdim arada, birine cevap vermek için mailimi açmam gerekti vs.
Seninle fazla başbaşa kalamadık dolayısıyla. Bilmem belki de iyi oldu düşüncelerimle seni bunaltacaktım belki.

Güneş ne ara battı fark etmedim. Kalkıp gelirken aldığım somonu fırınladım yanına salata yaparken radyo dinledim. Yemeğin üstüne bir de sigara içtim bahçede. Bugun ikinci sigaramı da içmiş oldum. Ama kızmadım kendime iyi geldi. Sonra sıkıldım bahçeden içeri girdim. Mektuba devam edeyim dedim.

Macha çayı yaptım. Köpük olması gerektiği gibi olmadı tabiki.

Kimbilir şimdi ne yapıyorum?

Sevgiler
Jane  

3 Kasım 2019 Pazar

105. MEKTUP ; DENGEDE

Bu günlerde yine güneşi özledim diye,
markette o sevdiğim elmalardan kalmamış diye,
kötü bir film seyrettim; üstelik son zamanlarda seyrettiğim en kötü filmdi diye,
kalpte dayanılmaz yalnızlık sıkışması yaşadım diye,
böyle zamanlarda istediğim kadar gözlerinin içine bakabiliyorum diye,
nasıl olsa hepimiz bir gün öleceğiz diye,
en çok da nasıl olsa hepimiz bir gün öleceğiz diye...

belirli bir günün ve saatin tadına aşinayız seninle ve sözcüklerin kıvamına diye-lim. Dilimiz bilincimizin arkasındaki mantıklılık. Farkındasın sözcüklerim konuşucu sözcükler değil. Çünkü ben aslında seninle konuşuyor olsaydım seni öyle çok güldürürdüm ki, çoğu zaman gülmekten ne dediğimi anlayamazdın.

zaman zaman kendimi toparlamaya çalışsamda ... o kadar uzağa gitmeyi göze alamayacağımız aşikardır üstelik sadece mesafe ile ilgili bir mesele de değil bu.
aşk gibi olağandışı bir durum... rüya... teşekkürler Freud.
'sevgili hayal gücü senin en sevdiğim yanın merhametsizliğin.’

kendim için sarsılmaz bir gündelik dünya düşü; tesadüflerin algıma ettiği oyunlar... temiz, tertemiz gerçeklikten kopuşlar. Fakat odanın akılda kalıcı en ufak bir ayrıcalığı, özelliği yoktu. Oda batmaktaydı yalnızca. Benim yüzümden mi, senin yüzünden mi?
hata yapma korkum olmadan sana teslim olmamı sağlayan bu akli denge...bu da bir denge kabul edersin ki.  Dengesiz olan rüyalarım belki,  rüya gücüm değil.  ve bir dengeyi sağlamak için insan ne çok zahmete giriyor. Kendini seni faltaşı gibi açılmış gözlerle okuyanlara teslim ettiğin şekilde düş görenlere teslim etmek için uyumak ister miydin sen de? eni konu uyanık insanın gördüğünü kaçırmak pahasına. Daimi çelişkide bir masalsı uyku.
Ben sana kötü zevklerin ormanında kuş sesleri vaadediyorum her uykuda. Kuşkusuz benden  ve senden başkasının soramayacağı bir soruyu şifre belliyorum aramızda. ’sen kimsin?’
ve mekan havaydı. ince geçirgen bir hava. herşey kadar kırılgan ve önemli.
insanların icinde bir mücadele sürüp gidiyor. Bana yavan geliyor bütün bunlar. Bundan çok daha önemli olmalı birşey. Başa mı döneceğiz?
Diğer insanları severiz ve maruz kalırız ve kimi zaman bu insanların afra tafrası bizi epey yorar ama istediğimiz zaman ölme lüksümüz var ölüyken diğer ölülerle başka bir ormana geçeriz belki.

uyumluyduk rüyamda.

sevgiler
Jane





  

100. MEKTUP ; ZAMANSIZ

Bu yüzüncü mektubun ne menem birsey olduğunu bilmezsin sen tabi, bekle anlatcam.

Öyle işte eylül de o hayhuyla geçti.
Sana sürekli anlatıyorum da kafam çorba gerçekten. Ben hayatımın hiç bir döneminde bu kadar hareketsiz olmadım. Dediğim gibi fiziksel olarak değil mental olarak felç hali. Hani trafikte biri birşey önüne atladığında refleksif olarak frene basar durursun ya. Öyle bir durmak değil. Pili bitmiş bir aletin durması gibi bi durmak/ hareketsizlik. Uyuyan güzel hareketsizliği, asırlarca sürecekmiş gibi gelen. Pes bu ne rahat bir rahatsızlık. Yorgunluktan diyorlar ama değil ben biliyorum fazlası var. numb&dumb&more...

ayrıca onlar...
Her ikisinin de gözlerinde aynı heyecanı görür görmez tanıdım. En kolay tebdili mekanla gelen yeni bir başlangıcın herşeyi tamir ve de tadil edebileceğine dair o his.
İlüzyon. Demedim tabi.
Böyle durumlarda asla kendi hikayemle bir benzerlik kurmaya yeltenmem. (ki bir benzerlik de yok zaten.)
Ben o yoldan geçtim diyerek kimsenin hevesini kırmak istemediğime eminim (ki geçtiğim yolları da çok hatırlıyor sayılmam üstelik).

Ama sonbahar hakkında enteresan tahlili Mehmet Rauf yapmamış mıydı?
'Buna sonbahar demişler! Bu kadar güzellik ve sıcaklık verdikten sonra Eylül'den ne beklenir? Yas ve hüzün!'
Fazla dramatize ediyor ama onun retoriği öyle. Benim de böyle.
peki böyle hissetmeye hakkım var mı?
Yok mu?
Demek istediğinde bi mantık var. 'Çok gülersen çok ağlarsın'da olduğu gibi.
Ve kimisi pek bayılır eylüle. Ben de bayılırım.  Eskiden en cok, şimdilerde mayısın hastasıyım. Ben bi mayısta dönücem hissediyorum. Kendime.
Kendi kendime dönücem.

...

Bakhtin okuyacaktım ya , bi vakit olmadı, bi türlü kendimi veremedim giriş bile yapamadım. Ama bir
 yerinde biraz konsantrasyon, bir bağlantı yakaladım sanki. Aynada kendini görmeyle ilgili söylediği... Aynaya bakmanın sebebi dışarıdan nasıl göründüğünü görmekse ; çaban beyhude.
Asla başkasına baktığın gibi veya başkasının sana baktığı gibi bakamaz ayna sana. Öyle görünmüyorsun. O aynada gördüğünü diğerleri görmüyor. Çünkü o eksik bir yüz, o karşındaki ötekinin sana bakışında tamamlanan bir yüz değil. Çünkü biri sana bakarken senin takındığın ifade sana bakanın bakışıyla bağlantılı, ilgili. Ne kadar tahmin etmeye yakın olsan da mutlak olarak bilemeyeceğin bir bilincin algısıyla şekillenen bir yüzü hiç bir şekilde aynada göremeyeceksin. Kendine dil çıkartıp türlü şebeklikler, mimikler yapsan bile... Asla nasıl göründüğünü bilemeyeceksin.

Bense dünyanın beni nasıl gördüğü ile değil benim dünyayı nasıl gördüğümle ve dünyada kendimi nasıl gördüğümle ilgiliydim her zaman. Onun da çok berrak bir görüş olduğunu asla söyleyemem, hayalgücümle perdelenen bir görüştür benimki hep. Onun için bu ayna meselesini okuduğumda, bunun mesele olmadığını düşündüm. Doğal ya da doğayla uyumlu diyeyim daha iyi ifade edecek sanki- evet doğayla uyumlu halimiz bu. Öteki öğrenilmiş dayatılmış kaygılar.

ama işte bir an var kötu bir ışıkla aydınlanan bir aynanın önünde kendimi seyrettiğim, hiç birşeye benzetemediğim yüzüm, regl sancısı gibi kıvrandıran huzursuzluk ve yok olma isteği, bir de hasta gibi enerjisiz bırakan gerginlik... tutulmanın sırası mı? çık dışarı hepimiz öleceğiz sonunda.
Herkesin bir roman kahramanı kadar sürükleyiciliği var en azından kendine dedim.

Hanna’ya öyle anlattım o günü. Anlatırken hatırladım.
Hanna'nın hoşuna gitti. Ben bunu çocuklara satarım dedi.

devamında herkesin bir an bile olsa, nasıl gördüğünü merak ettiği bir aynası olmalıydı, olacaktı ve vardı. Benimki?

Sen.

Tatil dönüşü bir dönüm noktası mıydı? Bir hikayenin başlangıcı, benim sürüklenişimin sürükleyiciliği...


Kendimi pek de ışık almayan odasına sürüklediğim terapistin fikriydi. 100. Mektup o odada yazıldı. Hem o odada, hem bu, hem de öteki odada... terapistin kanepesinde. Onun için yüzüncü mektup, hep eski bir mektup olarak kalacak. Belki de beklememeli... Belki de okumamalı... Tarkovski'nin Kurban'da dediği gibi ..."gerçek değildi de bir
tür bekleyişti; hayatın sahici olanı, önemli olanı bekleyişti."

Fakat;

"- size verildiğine inanın, sonra o size verilecektir."

gitmem de şarttı.
Çünkü ben çok tuhaflaşmıştım, taşlarım yerinden oynuyordu,  elimi kolumu nereye koyacağımı bilemiyordum. Ses tonum, yani o hep alışık olduğum ses tonum değişiyordu. Sanki başkası konuşuyordu  ses tonumda. .. öyle yabancılaşıyordum ki ne dediğimi duymuyordum anlamıyordum, ne saçmalıyordum kimbilir? Üstelik yine şiir yazmaya başlamıştım. sanki birşey alerji yapıyordu. o güne kadar bilmediğim birşeye alerjim vardı ve bünyem tepki veriyordu.

Sonra saçlarım meselesi vardı; saçlarım öyle dağılmak istiyordu ki onları topladığım tokaları
kırıp atıyorlardı. O tatil dönüşü gerçekten saçlarımın koparıp attığı tokanın haddi hesabı yok. Üstelik beynim de bedenim gibi doğa üstü tepkiler veriyordu. Bu duruma bir an önce bir çare bulunması gerekiyordu.

bunun bir büyü, en iyi ihtimalle bir illüzyon olduğunu anlamıştım anlamasına...
bozulması gerekiyordu ve bu bir falcının yapabileceği birşey değildi.

Onun için gittim ona. Terapiste. Şikayetimden bahsettim. Saçlarım dedim; '...bir tuhaflık var. Toplanmak istemiyorlar. toka kırıyorlar, lastikle toplamaya çalışıyorum lastiği kopartıyorlar. Hayatım boyunca salkım saçak dolaşamam ki; arada at kuyruğu yapabilmeliyim mesela,,,ne bileyim severim ben topuz yapmayı filan...
birşey söylemeden duvar gibi bir suratla beni dinliyordu. 
devam ettim:
ikinci Şikayetim de... diye başladım tekrar söze.
"birini gördüm ve...
onu daha önce de görmüştüm aslında-
ama bu kez başka türlü gördüm ve onu bu son gördüğümden beri de kendimi göremiyorum, yani pek seçemiyorum. Bunu ona söylemek, sormak icin yanıp tutuşuyorum ama fark ettim ki onun karşısında tatlısu balığı gibi dilsizim.  Bunu fark ettiğimde çok rahatsız oldum.
son derece rahatsızlık veren bir durum bu.
dilsizliğim meselesi, ona soracağım sorunun önüne gecti."

Not aldı.
Midasın kulakları diye fısıldadığını işittim.

Not almayı bitirdikten sonra başını kaldırdı ve benimle göz teması kurdu.
- Çok rüzgarlı bir yer bul; saçlarını  da al oraya gotur. iyice üşüyene kadar kal orada. yeterince beklersen saçlarının direnci kırılacaktır; rüzgar onları istemedikleri kadar uzağa çektikçe; birbirlerinden fazla uzaklaştıklarını hissettiklerinde tokaya boyun eğecekler göreceksin.

diğer konuyu bir sonraki görüşmemizde konusacağız sen önce şu saçların meselesini bir hallet...

bir sonraki görüşmede bir egzersizden bahsetti.
mektup günlüğü...
imkansız olan için bir imkan yaratmaya çalışıyordu.

100 mektup yazacaksın.
100 mektupta dilsizliğin çözülecek.

hemen konuyu anlamış ve ikna olmuştum. Bu adam bir dahiydi. Üstelik artık istediğim kadar uzaklaşabilirdim.  Ormanın derinlikleri hep çekiyordu beni. uzaklaşırken yaklaşacaktım.   
100. mektuba kadar bunun ne olduğunu anlayacaktım, bulacaktım, bilecektim.

oysa daha önce de söyledim 100. mektup o gün yazılmıştı. Ve onu yazan ben ben değilim artık.

Üstelik hala bulamadım.
bulamadığım gibi hala kendimi tam seçemiyorum aynada veya bir fotoğrafta. dilim de çözülmedi. sana bakınca da hala o gördüğümü görüyorum. Bilmediğim şeyi.

Tüm bu durumumda tek bir fark var; artık rahatsız değilim.
dilsizliğimden ve diğer pek çok şeyden...
Yani işe yaramadığını söyleyemem.

bana verildiğine inanıyorum. Çünkü bana verildin. Ve hayatımdaki hiçkimsenin ve hiçbirşeyin bununla bir alakası yok.
ama niye verildin bunu bilemedim, henüz bulamadım.

bekliyorum, bulurum belki sonra...

Bu arada sonbahar temizliğini de yaptım bu hafta sonu. Hanna ve Thomas da yardım ettiler; kendi başıma hakkından gelemezdim. Boya bile yaptık ufak çaplı iki yağmur arasında.
içerde de bahar temizliğinden çok sonbahar temizliğini seviyorum. Yazlıkları kaldırmayı filan. Onlar kolay kalkıyor. Kış gelecek, kendimi hazırlıyorum. Bu sefer her zamankinden fazla hazırım. Geçen yılki gibi yayılıp dağılmayacağım. Bahçedeki ağacın dalları gibi kendimi de zamanlı budadım ve yapraklarımı yolup organik poşetlere koydum yavaş yavaş doğamda çözünerek yok olacaklar.

sevgiler
Jane






1 Temmuz 2019 Pazartesi

94. MEKTUP; YAZLIK SOHBETLER


Ben zaten yeryüzünün neresini benimsemedim ki?

Eski şehirlerin dar sokaklarında seninle mesafeler katediyorum. Fantezilerimizi konuşuyoruz, ahlaklı ahlaksızlıkları, ütopyaları, cennet  cehennemi anlatıyoruz birbirimize. Sosyopatları, psikopatları, az hasarlıları çok hasarlıları, pertleri profilliyoruz. Yürüdükçe çenemiz düşüyor, her ara sokakta bir dişimizi düşürüyoruz. Öyle güzel anlatıyorsun ki dinlerken taşraya gitsek diye geçiriyorum içimden. Taşraya gitsek ve eski şehirlerin dar sokaklarını özlesek birlikte, kederlensek.

Düzenli sabah meditasyonuna başladım. Kendimi bir şekilde disipline ettim, her sabah 6’da kalkıp yarım saat meditasyon yapıyorum. Bileklerimde yağmur ağrıları oluyordu bazı günler. Geçti. Romatizma mı oldum diye korkuyordum doktor olmadığını söyledi.psikolojik olabilir dedi. O öyle der demez kesildi zaten ağrılarım.   

Şimdi de çok sıcak, bir gecede nasıl 15 derece birden ısınabiliyor hava anlayamıyorum. Dışarda dondurma yiyoruz yarısını yiyemeden eriyip akmaya başlıyor çöpe atıyorum. Mutfaktan appletinileri getirirken ayağı takıldı düşecekti neredeyse Hanna. Küfrediyor.  Thomas’ın antroposenle antroposofu birbirine karşıtırdığı cümleyi tekrarlıyor bir kere daha küfrediyor. 'Madem adam hoşuna gidiyor ne diye bu konuları açıyorsun? ' diyorum. Hoşuma gidiyor, çok güzel gülüyor, ama damn!!!aşık olamıyorum diyor; ben ona şiir okuyamam ki…ne alakası var deme sakın!
Durumu böyle ifade edişine bayılıyorum.

Fotoğraf sergisinde yarısı karanlık yarısı aydınlık çıkmış yüzleri inceliyorum; her bir fotoğrafın arasında teleskopun fotoğrafladığı yarım ay resimleri var. Yanaklarda kraterler… dönerken gecikiyorum. Gece geç oldu iki kasaba arasındaki otobanın ışıklarının yanmaması canımı sıkıyor; zifiri karanlık otobanı sevmiyorum. Benzinlikte kasiyere alternatif yol soracaktım ama kadının her yerinde piercing var, fazla itici göründü; yüzüne bakınca istemsizce hepsini teker teker incelediğimi fark ettim. Sorunun cevabını almak benim için sıkıntı verici bir süreç olacaktı. Devam ettim karanlık otobanda. 'Allahtan mesafeler fazla uzak değil birbirinden. Mesafe mesafedir. Allahtan etrafta önüne atlayan yavru köpek, tavşan sincap, kirpi filan yok. Kirpi zaten atlayan bi hayvan değil, değil mi Jane?'diye diye eve varıyorum. kendimi yatağa fırlatmış olmalıyım. Sabaha kadar kalkmamacasına... bütün ışıklarda açık kalmış diğer odalarda.

Yeni kiracılar çöplerini çöp toplama gününün dışında çıkartıyorlarmış diye” albay emeklisi tadındaki” komşu amca mesaj atıyor gecenin o saatinde. sabah görüyorum. Amcalar uykusuz, amcalar bulaşacak yer arıyor demek ki. Miles başkan cindy lauper’in time after time’ını üflüyor radyoda. Ama ne güzel ton; keyfim yerine geldi bak. Hanna'ya cindy lauper ve Miles arasındaki dedikoduyu anlatacaktım laf karıştı.    

Hanna’ya diyorum ki müstehsi gülüşler cool insanlarda etkileyicidir. Cool değilsen “müstehsi” iticidir. Gülüş, ifade vb. iticidir. Bunun üzerine bir buçuk saat kadar saçmalıyoruz. Appletini sevdiğim bişey değil zaten sırf gönlü olsun diye eşlik ediyorum. Konuyu değiştirip iştahla Malek’in oynadığı robotlu filan diziden bahsetmeye başlıyor.  
Gözüm takılıyor yine geldi. Karşı bahçedeki uzun çam ağacının ucuna , yani üçgenin tepesindeki o çatı noktaya konan bi kuş var. Hep aynı kuşun konduğunu varsayıyorum. Ona bayılıyorum. Küçücük ayaklarıyla o noktaya tünemesi ve oradan tüm panoramaya hakim etrafı seyretmesi…  

Hanna diyor ki; o salak sosyopat senin de arkandan konuşuyor niye arabana alıyorsun? 
-ne yapayım 'seninle gelebilirim' diye soruyor; 'Hayır gelme sen arkamdan konuşuyormuşsun mu diyeyim' diyorum.  
'De' tabi, 'utanmıyor musun de' diyor.
'Ne anlamı var utanmadığını biliyoruz' diyorum. Ayrıca kim takıyor ki onun söylediklerini, kimse ciddiye almıyor' diyorum. 
'Ben kuduruyorum yüzsüzlüğüne' diyor. 'Sen ne diye bu kadar gevşeksin bu duruma' diyor. 
 çok gülüyorum bu söylediğine tabi.
'ben fazla kibirliyim de ondan , böyle tipler beni sinirlendirmiyor eğlendiriyor' diyorum. 
-sen mi kibirlisin?
yok genel anlamda kibir değil benimki , davranışsal olarak kibir değil ruhen kibir bendeki...
En dayanılmaz olan şey kendini daraltmak; sınırlarını koruyan biriyle fazla beraber olmak.
ondan kalma diyorum.
'saçmalığın daniskası' diyor. Ayaklarını karşı sandalyeye uzatıp geriliyor.

Yaz hep ne güzel.

Sevgiler
Jane

93. MEKTUP; NEFES VERİRKEN...


Sedece derin dipte nefes mümkün yüzeye çıktıkça boğuluyor ciğer.
Bugün şiir yazdım.
Sana yazmanın huzuru ve huzursuzluğu ile karmaşık.
Sevgiler
Jane