3 Kasım 2019 Pazar

100. MEKTUP ; ZAMANSIZ

Bu yüzüncü mektubun ne menem birsey olduğunu bilmezsin sen tabi, bekle anlatcam.

Öyle işte eylül de o hayhuyla geçti.
Sana sürekli anlatıyorum da kafam çorba gerçekten. Ben hayatımın hiç bir döneminde bu kadar hareketsiz olmadım. Dediğim gibi fiziksel olarak değil mental olarak felç hali. Hani trafikte biri birşey önüne atladığında refleksif olarak frene basar durursun ya. Öyle bir durmak değil. Pili bitmiş bir aletin durması gibi bi durmak/ hareketsizlik. Uyuyan güzel hareketsizliği, asırlarca sürecekmiş gibi gelen. Pes bu ne rahat bir rahatsızlık. Yorgunluktan diyorlar ama değil ben biliyorum fazlası var. numb&dumb&more...

ayrıca onlar...
Her ikisinin de gözlerinde aynı heyecanı görür görmez tanıdım. En kolay tebdili mekanla gelen yeni bir başlangıcın herşeyi tamir ve de tadil edebileceğine dair o his.
İlüzyon. Demedim tabi.
Böyle durumlarda asla kendi hikayemle bir benzerlik kurmaya yeltenmem. (ki bir benzerlik de yok zaten.)
Ben o yoldan geçtim diyerek kimsenin hevesini kırmak istemediğime eminim (ki geçtiğim yolları da çok hatırlıyor sayılmam üstelik).

Ama sonbahar hakkında enteresan tahlili Mehmet Rauf yapmamış mıydı?
'Buna sonbahar demişler! Bu kadar güzellik ve sıcaklık verdikten sonra Eylül'den ne beklenir? Yas ve hüzün!'
Fazla dramatize ediyor ama onun retoriği öyle. Benim de böyle.
peki böyle hissetmeye hakkım var mı?
Yok mu?
Demek istediğinde bi mantık var. 'Çok gülersen çok ağlarsın'da olduğu gibi.
Ve kimisi pek bayılır eylüle. Ben de bayılırım.  Eskiden en cok, şimdilerde mayısın hastasıyım. Ben bi mayısta dönücem hissediyorum. Kendime.
Kendi kendime dönücem.

...

Bakhtin okuyacaktım ya , bi vakit olmadı, bi türlü kendimi veremedim giriş bile yapamadım. Ama bir
 yerinde biraz konsantrasyon, bir bağlantı yakaladım sanki. Aynada kendini görmeyle ilgili söylediği... Aynaya bakmanın sebebi dışarıdan nasıl göründüğünü görmekse ; çaban beyhude.
Asla başkasına baktığın gibi veya başkasının sana baktığı gibi bakamaz ayna sana. Öyle görünmüyorsun. O aynada gördüğünü diğerleri görmüyor. Çünkü o eksik bir yüz, o karşındaki ötekinin sana bakışında tamamlanan bir yüz değil. Çünkü biri sana bakarken senin takındığın ifade sana bakanın bakışıyla bağlantılı, ilgili. Ne kadar tahmin etmeye yakın olsan da mutlak olarak bilemeyeceğin bir bilincin algısıyla şekillenen bir yüzü hiç bir şekilde aynada göremeyeceksin. Kendine dil çıkartıp türlü şebeklikler, mimikler yapsan bile... Asla nasıl göründüğünü bilemeyeceksin.

Bense dünyanın beni nasıl gördüğü ile değil benim dünyayı nasıl gördüğümle ve dünyada kendimi nasıl gördüğümle ilgiliydim her zaman. Onun da çok berrak bir görüş olduğunu asla söyleyemem, hayalgücümle perdelenen bir görüştür benimki hep. Onun için bu ayna meselesini okuduğumda, bunun mesele olmadığını düşündüm. Doğal ya da doğayla uyumlu diyeyim daha iyi ifade edecek sanki- evet doğayla uyumlu halimiz bu. Öteki öğrenilmiş dayatılmış kaygılar.

ama işte bir an var kötu bir ışıkla aydınlanan bir aynanın önünde kendimi seyrettiğim, hiç birşeye benzetemediğim yüzüm, regl sancısı gibi kıvrandıran huzursuzluk ve yok olma isteği, bir de hasta gibi enerjisiz bırakan gerginlik... tutulmanın sırası mı? çık dışarı hepimiz öleceğiz sonunda.
Herkesin bir roman kahramanı kadar sürükleyiciliği var en azından kendine dedim.

Hanna’ya öyle anlattım o günü. Anlatırken hatırladım.
Hanna'nın hoşuna gitti. Ben bunu çocuklara satarım dedi.

devamında herkesin bir an bile olsa, nasıl gördüğünü merak ettiği bir aynası olmalıydı, olacaktı ve vardı. Benimki?

Sen.

Tatil dönüşü bir dönüm noktası mıydı? Bir hikayenin başlangıcı, benim sürüklenişimin sürükleyiciliği...


Kendimi pek de ışık almayan odasına sürüklediğim terapistin fikriydi. 100. Mektup o odada yazıldı. Hem o odada, hem bu, hem de öteki odada... terapistin kanepesinde. Onun için yüzüncü mektup, hep eski bir mektup olarak kalacak. Belki de beklememeli... Belki de okumamalı... Tarkovski'nin Kurban'da dediği gibi ..."gerçek değildi de bir
tür bekleyişti; hayatın sahici olanı, önemli olanı bekleyişti."

Fakat;

"- size verildiğine inanın, sonra o size verilecektir."

gitmem de şarttı.
Çünkü ben çok tuhaflaşmıştım, taşlarım yerinden oynuyordu,  elimi kolumu nereye koyacağımı bilemiyordum. Ses tonum, yani o hep alışık olduğum ses tonum değişiyordu. Sanki başkası konuşuyordu  ses tonumda. .. öyle yabancılaşıyordum ki ne dediğimi duymuyordum anlamıyordum, ne saçmalıyordum kimbilir? Üstelik yine şiir yazmaya başlamıştım. sanki birşey alerji yapıyordu. o güne kadar bilmediğim birşeye alerjim vardı ve bünyem tepki veriyordu.

Sonra saçlarım meselesi vardı; saçlarım öyle dağılmak istiyordu ki onları topladığım tokaları
kırıp atıyorlardı. O tatil dönüşü gerçekten saçlarımın koparıp attığı tokanın haddi hesabı yok. Üstelik beynim de bedenim gibi doğa üstü tepkiler veriyordu. Bu duruma bir an önce bir çare bulunması gerekiyordu.

bunun bir büyü, en iyi ihtimalle bir illüzyon olduğunu anlamıştım anlamasına...
bozulması gerekiyordu ve bu bir falcının yapabileceği birşey değildi.

Onun için gittim ona. Terapiste. Şikayetimden bahsettim. Saçlarım dedim; '...bir tuhaflık var. Toplanmak istemiyorlar. toka kırıyorlar, lastikle toplamaya çalışıyorum lastiği kopartıyorlar. Hayatım boyunca salkım saçak dolaşamam ki; arada at kuyruğu yapabilmeliyim mesela,,,ne bileyim severim ben topuz yapmayı filan...
birşey söylemeden duvar gibi bir suratla beni dinliyordu. 
devam ettim:
ikinci Şikayetim de... diye başladım tekrar söze.
"birini gördüm ve...
onu daha önce de görmüştüm aslında-
ama bu kez başka türlü gördüm ve onu bu son gördüğümden beri de kendimi göremiyorum, yani pek seçemiyorum. Bunu ona söylemek, sormak icin yanıp tutuşuyorum ama fark ettim ki onun karşısında tatlısu balığı gibi dilsizim.  Bunu fark ettiğimde çok rahatsız oldum.
son derece rahatsızlık veren bir durum bu.
dilsizliğim meselesi, ona soracağım sorunun önüne gecti."

Not aldı.
Midasın kulakları diye fısıldadığını işittim.

Not almayı bitirdikten sonra başını kaldırdı ve benimle göz teması kurdu.
- Çok rüzgarlı bir yer bul; saçlarını  da al oraya gotur. iyice üşüyene kadar kal orada. yeterince beklersen saçlarının direnci kırılacaktır; rüzgar onları istemedikleri kadar uzağa çektikçe; birbirlerinden fazla uzaklaştıklarını hissettiklerinde tokaya boyun eğecekler göreceksin.

diğer konuyu bir sonraki görüşmemizde konusacağız sen önce şu saçların meselesini bir hallet...

bir sonraki görüşmede bir egzersizden bahsetti.
mektup günlüğü...
imkansız olan için bir imkan yaratmaya çalışıyordu.

100 mektup yazacaksın.
100 mektupta dilsizliğin çözülecek.

hemen konuyu anlamış ve ikna olmuştum. Bu adam bir dahiydi. Üstelik artık istediğim kadar uzaklaşabilirdim.  Ormanın derinlikleri hep çekiyordu beni. uzaklaşırken yaklaşacaktım.   
100. mektuba kadar bunun ne olduğunu anlayacaktım, bulacaktım, bilecektim.

oysa daha önce de söyledim 100. mektup o gün yazılmıştı. Ve onu yazan ben ben değilim artık.

Üstelik hala bulamadım.
bulamadığım gibi hala kendimi tam seçemiyorum aynada veya bir fotoğrafta. dilim de çözülmedi. sana bakınca da hala o gördüğümü görüyorum. Bilmediğim şeyi.

Tüm bu durumumda tek bir fark var; artık rahatsız değilim.
dilsizliğimden ve diğer pek çok şeyden...
Yani işe yaramadığını söyleyemem.

bana verildiğine inanıyorum. Çünkü bana verildin. Ve hayatımdaki hiçkimsenin ve hiçbirşeyin bununla bir alakası yok.
ama niye verildin bunu bilemedim, henüz bulamadım.

bekliyorum, bulurum belki sonra...

Bu arada sonbahar temizliğini de yaptım bu hafta sonu. Hanna ve Thomas da yardım ettiler; kendi başıma hakkından gelemezdim. Boya bile yaptık ufak çaplı iki yağmur arasında.
içerde de bahar temizliğinden çok sonbahar temizliğini seviyorum. Yazlıkları kaldırmayı filan. Onlar kolay kalkıyor. Kış gelecek, kendimi hazırlıyorum. Bu sefer her zamankinden fazla hazırım. Geçen yılki gibi yayılıp dağılmayacağım. Bahçedeki ağacın dalları gibi kendimi de zamanlı budadım ve yapraklarımı yolup organik poşetlere koydum yavaş yavaş doğamda çözünerek yok olacaklar.

sevgiler
Jane






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder