Sık sık gelmek isteyip de gelemediğim bir yer burası… neresi
olduğunu söyleyince hatırlayacaksın. (ne tuhaf seni bu mekana dahil etmem…)
Annem bana sinirlendikçe ‘al bu eşyalarını bu evden ve
siktir ol git! diye söylenerek elime tutuşturuyordu birkaç kitap, fotoğraf ve
mektupların olduğu kutuyu.’ ‘ Siktir ol
git!’ demiyordu; bana küfür etmezdi, ama
çok güzel demeye getirirdi…
yani O, demeye getirirdi; ben anlardım.
Ayrıca siktir olup biyerlere gidebilecek yaşta da değildim
henüz; kutuyu alıp uzaklaşabileceğim tek yer Nilayların bahçesiydi… nilay da
evden kovulduğumu anladığında hiç çekilmezdi, tam bir sosyopattı insanı kötü
hissettiğinde daha kötü hissettiren cinsten arkadaşlar vardır ya Nilay
onlardandı. Ben de soyunmaya başlardım; çünkü Nilay çıplaklıktan hoşlanmazdı. Birbirimizin
zayıf noktalarını iyi bilir ve sürekli bu noktaları kaşırdık…
sırf bunları sana yazıyor olabilmek için midir nedir bu kutuyu
burada; sonunda siktir olup gittiğim bu evde saklıyorum.
Kutu annemle aramızda bir psikolojik savaştır.
Çünkü bir keresinde onu çok acıtmak için “bu evde gerçekten
bana ait olduğunu hissettiğim ve bağlı olduğum bir tek bu kutu var gerisi
sikimde değil” demiştim. Sikimde değil
dememiştim, umrumda değil demiştim; ev içinde küfürlü konuşmama asla izin
verilmez. Kimsenin konuşmasına izin
verilmez. ama herkes bir yolunu bulur; demeye getirirdi….neyse işte!
Güya ona bağımsız bir ruh olduğumu anlatmak için
seçilebilecek en sert cümleyi kurduğumu sanarak zafer kazanmıştım. Yirmi sene
oldu bugün bile bana karşı kullanıyor hala… kutuyu ve o gün sarfettiğim cümleyi…
Annem benim gibi değildir kincidir O. Asla unutmaz, unutmana
izin vermez; şakayla karışık feci laf sokar; huyu öyle, kötülüğünden değil.
Kutuyu İsmail vermişti. İsmail’i sevmezdi annem ; annem sevmediği için ben bi başka severdim
ismail’i. Az çocuk değildim ben de… Yaz yazgıları işte, kimbilir nerededir İsmail
şimdi.
Kutu burada…
O dönemde vakit geçirdiğim, can ciğer olduğum
çoğu arkadaşımı facebookta filan bulamıyorum çünkü kimsenin soyadını
öğrenmezdim ki ben… annesini babasını filan tanımazdım; en yakın çocukluk arkadaşlarımın
dahi; evine gitmişsem bile, antreden öteye geçmişliğim yoktur. Onun için kutu önemlidir benim için. İçinde bir
dönem gizlidir ve o dönemi gözümden sakınırım.
Niye bütün bunları anlatıyorum biliyor musun?
Çünkü kutunun içinde kutunun içine ait olmayan bir kitap
buldum. Murathan Mungan’ın seçkileriyle ‘Büyümenin Türkçe Tarihi’
Annem kesinlikle kendisinin bununla bir ilgisi olmadığını
söylüyor ama ben eminim var. Murathan Mungan’ı çok severim; Murathan Mungan’ı
kim sevmez ki? Ve biliyorum Murathan Mungan’ı annem de sever hatta lafını etmez
ama, esaslı sever. Neyse buradan çıkan
sonuç 1. Annem ara ara kutuyu açıp
kendisinin yardımcı kadın oyuncu olduğu ve benim tabiki ‘efsane’ olduğum bir
dönem filmi izliyor. 2. Annem finanse ettiği bir dönem filmine kafasına göre müdahale
etmekten hiiç utanıp sıkılmıyor.
- - O kitap oradaydı
deyip durdu;
- - ne alakası var kitabın ilk basımı 2007; tarihsel
olarak tutarlı değil bir kere… geçen
yüzyıla ait bir kutunun içinde bu yüzyılda basılmış bir kitabın işi ne?
Fazla üstüne gitmiyorum. Ayrıca hoşuma gitti kitabın bu
kutunun içinden çıkması.
kitabın içinde Sait Faik’in bir hikayesi var;
Şurasını okuyorum;
“ insanlar yıldızlara tesellilerini, ilahlarını, aşklarını,
talihlerini, Salı salıverdiler. Yeryüzünden cazibe kanununun o muhteşem
oyuncaklarına bıraktıklarımızdan bize gelenleri alırken de muhakkak bir şeyler veriyorduk.
İşte o akşam pencerenin önünde dimdik durup gökyüzünü seyrederken de kendimden
bir his yağmuru bırakıyordum. Akılsız da düşünülür mü? Bende o hal vardı,
hisler sanki aklın bir coşkunluğu değilmiş, ayrı, akıldan apayrı şeylermiş gibi ayrılıp yıldızlara
gidiyorlardı. Duyduklarımı tahlil etmek lazımsa sevinç, keder gibi hisler
değildi. Onlar bir yana, başka bir şeydi. Sanki onlardan yağan bir yağmurdan
ıslanmış gibi üşüyor, elim el tutmak istiyor, aklım akıl istiyor, dudaklarıma
bir çikolata, bir şampanya, bir kağıthelvası tadının eksilmiş hali –tat, koku
hakikatiyle değil, burunla değil tüyle, deri ile tırnakla kirpikle
anlaşılabilen yahut da böyle şeylerle bile anlaşılmadan rüyaya kadar kaçan bir
gerçek olup- değiyordu. “
Şimdi kutuyu alıp Neruda tepesine çıkıyorum; sana söyleyince
hatırlayacaksın demiştim. Tuhaf değil mi hiç bulunmadığın bir yeri hatırlıyor
olman. Üç sene oldu. Hala büyüyorum, büyüdükçe gidiyorum, gittikçe
güzelleşiyorum… öyle der ya Aziz Nesin ; Her giden güzelleşir.
Şimdi buradayım sakin sakin; aşkın karanlık evinde; bir
mektubun içinde; üstelik gittiğim heryere çekiştirdiğim için seni; sen de
buradasın. Ve yine gök gürültüsü ve kara bulutlarla yağmur geliyor. Demek ki bu
mevsim böyle… insanlar böylesi doğa durumları karşısında hissettiklerini ifade
etme ihtiyacını en başından beri duymuşlar mıydı sence yoksa tutkulu bir
kadınla, tutkulu bir adam yan yana gelince mi dil çözüldü? Ya da korkan bir kadınla, korkan başka bir
kadın, ya da heyecanlı bir oğlan; korkmayan başka bir adamla, umursamayan başka
bir adam ve yorgun bir kadın ve ağlayan bir kız ve asabı bozuk bir adam ve
kahkahalar atan bir kadın hep birlikte mi çözüldüler… Bütün bu saçmalamalarımı dinle ve bana
sinirlen istiyorum. İlk temas kadar
gergin ilk temas kadar sinirli… hatırlamak istiyorum bir gün bir temas anında….
Unutmak canlı kalmanın koşuludur; arada bir unutmayan kişi
ölçüsüzlük, yorgunluk ve bellek geriliminden ölür. Arada bir unut, ben bir ara
hatırlatırım. Her gün değişen ben, hergün değişen sana…
Sevgiler
Jane
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder