26 Mayıs 2015 Salı

72. MEKTUP; HIMEROS, PATHOS VE BİR KUTUYDU YAŞAMAK

Sık sık gelmek isteyip de gelemediğim bir yer burası… neresi olduğunu söyleyince hatırlayacaksın. (ne tuhaf seni bu mekana dahil etmem…)

Annem bana sinirlendikçe ‘al bu eşyalarını bu evden ve siktir ol git! diye söylenerek elime tutuşturuyordu birkaç kitap, fotoğraf ve mektupların olduğu kutuyu.’ ‘  Siktir ol git!’ demiyordu;  bana küfür etmezdi, ama çok güzel demeye getirirdi…

yani O, demeye getirirdi; ben anlardım.

Ayrıca siktir olup biyerlere gidebilecek yaşta da değildim henüz; kutuyu alıp uzaklaşabileceğim tek yer Nilayların bahçesiydi… nilay da evden kovulduğumu anladığında hiç çekilmezdi, tam bir sosyopattı insanı kötü hissettiğinde daha kötü hissettiren cinsten arkadaşlar vardır ya Nilay onlardandı. Ben de soyunmaya başlardım; çünkü Nilay çıplaklıktan hoşlanmazdı. Birbirimizin zayıf noktalarını iyi bilir ve sürekli bu noktaları kaşırdık…

sırf bunları sana yazıyor olabilmek için midir nedir bu kutuyu burada; sonunda siktir olup gittiğim bu evde saklıyorum.

Kutu annemle aramızda bir psikolojik savaştır.

Çünkü bir keresinde onu çok acıtmak için “bu evde gerçekten bana ait olduğunu hissettiğim ve bağlı olduğum bir tek bu kutu var gerisi sikimde değil” demiştim.  Sikimde değil dememiştim, umrumda değil demiştim; ev içinde küfürlü konuşmama asla izin verilmez.  Kimsenin konuşmasına izin verilmez. ama herkes bir yolunu bulur; demeye getirirdi….neyse işte!  

Güya ona bağımsız bir ruh olduğumu anlatmak için seçilebilecek en sert cümleyi kurduğumu sanarak zafer kazanmıştım. Yirmi sene oldu bugün bile bana karşı kullanıyor hala… kutuyu ve o gün sarfettiğim cümleyi…

Annem benim gibi değildir kincidir O. Asla unutmaz, unutmana izin vermez; şakayla karışık feci laf sokar; huyu öyle, kötülüğünden değil.

Kutuyu İsmail vermişti. İsmail’i sevmezdi annem ;  annem sevmediği için ben bi başka severdim ismail’i. Az çocuk değildim ben de… Yaz yazgıları işte, kimbilir nerededir İsmail şimdi.

Kutu burada… 
O dönemde vakit geçirdiğim, can ciğer olduğum çoğu arkadaşımı facebookta filan bulamıyorum çünkü kimsenin soyadını öğrenmezdim ki ben… annesini babasını filan tanımazdım; en yakın çocukluk arkadaşlarımın dahi; evine gitmişsem bile, antreden öteye geçmişliğim yoktur.  Onun için kutu önemlidir benim için. İçinde bir dönem gizlidir ve o dönemi gözümden sakınırım.

Niye bütün bunları anlatıyorum biliyor musun?

Çünkü kutunun içinde kutunun içine ait olmayan bir kitap buldum. Murathan Mungan’ın seçkileriyle ‘Büyümenin Türkçe Tarihi’

Annem kesinlikle kendisinin bununla bir ilgisi olmadığını söylüyor ama ben eminim var. Murathan Mungan’ı çok severim; Murathan Mungan’ı kim sevmez ki? Ve biliyorum Murathan Mungan’ı annem de sever hatta lafını etmez ama, esaslı sever.  Neyse buradan çıkan sonuç  1. Annem ara ara kutuyu açıp kendisinin yardımcı kadın oyuncu olduğu ve benim tabiki ‘efsane’ olduğum bir dönem filmi izliyor. 2. Annem finanse ettiği bir dönem filmine kafasına göre müdahale etmekten hiiç utanıp sıkılmıyor.

-         -  O kitap oradaydı
deyip durdu;
-         -  ne alakası var kitabın ilk basımı 2007; tarihsel olarak tutarlı değil bir kere…  geçen yüzyıla ait bir kutunun içinde bu yüzyılda basılmış bir kitabın işi ne?

Fazla üstüne gitmiyorum. Ayrıca hoşuma gitti kitabın bu kutunun içinden çıkması.
kitabın içinde Sait Faik’in bir hikayesi var;

Şurasını okuyorum;
“ insanlar yıldızlara tesellilerini, ilahlarını, aşklarını, talihlerini, Salı salıverdiler. Yeryüzünden cazibe kanununun o muhteşem oyuncaklarına bıraktıklarımızdan bize gelenleri alırken de muhakkak bir şeyler veriyorduk. İşte o akşam pencerenin önünde dimdik durup gökyüzünü seyrederken de kendimden bir his yağmuru bırakıyordum. Akılsız da düşünülür mü? Bende o hal vardı, hisler sanki aklın bir coşkunluğu değilmiş,  ayrı,  akıldan apayrı şeylermiş gibi ayrılıp yıldızlara gidiyorlardı. Duyduklarımı tahlil etmek lazımsa sevinç, keder gibi hisler değildi. Onlar bir yana, başka bir şeydi. Sanki onlardan yağan bir yağmurdan ıslanmış gibi üşüyor, elim el tutmak istiyor, aklım akıl istiyor, dudaklarıma bir çikolata, bir şampanya, bir kağıthelvası tadının eksilmiş hali –tat, koku hakikatiyle değil, burunla değil tüyle, deri ile tırnakla kirpikle anlaşılabilen yahut da böyle şeylerle bile anlaşılmadan rüyaya kadar kaçan bir gerçek olup- değiyordu. “

Şimdi kutuyu alıp Neruda tepesine çıkıyorum; sana söyleyince hatırlayacaksın demiştim. Tuhaf değil mi hiç bulunmadığın bir yeri hatırlıyor olman. Üç sene oldu. Hala büyüyorum, büyüdükçe gidiyorum, gittikçe güzelleşiyorum… öyle der ya Aziz Nesin ; Her giden güzelleşir.

Şimdi buradayım sakin sakin; aşkın karanlık evinde; bir mektubun içinde; üstelik gittiğim heryere çekiştirdiğim için seni; sen de buradasın. Ve yine gök gürültüsü ve kara bulutlarla yağmur geliyor. Demek ki bu mevsim böyle… insanlar böylesi doğa durumları karşısında hissettiklerini ifade etme ihtiyacını en başından beri duymuşlar mıydı sence yoksa tutkulu bir kadınla, tutkulu bir adam yan yana gelince mi dil çözüldü?  Ya da korkan bir kadınla, korkan başka bir kadın, ya da heyecanlı bir oğlan; korkmayan başka bir adamla, umursamayan başka bir adam ve yorgun bir kadın ve ağlayan bir kız ve asabı bozuk bir adam ve kahkahalar atan bir kadın hep birlikte mi çözüldüler…  Bütün bu saçmalamalarımı dinle ve bana sinirlen istiyorum.  İlk temas kadar gergin ilk temas kadar sinirli… hatırlamak istiyorum bir gün bir temas anında….

Unutmak canlı kalmanın koşuludur; arada bir unutmayan kişi ölçüsüzlük, yorgunluk ve bellek geriliminden ölür. Arada bir unut, ben bir ara hatırlatırım. Her gün değişen ben, hergün değişen sana…

Sevgiler
Jane 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder