birkaç gün bodruma kaçtım; biraz denize girsem, suyun
üstünde sırtüstü yatıp güneşten gözlerimi kaçırsam fena mı olur?
iki ay önce ani bir rüzgar çıkınca karavanı üstüne
kapaklanan; şans eseri tentenin brandası sayesinde sadece kaburgaları kırılmak
suretiyle bu feci kazadan sağ kurtulan; önce hiçbir yere kıpırdayamadığı için
burada 1 ay hastanede kaldıktan sonra, belki de burası benim kaderim deyip bu
sefil kasabaya yerleşen bir adamla tanıştım bugün. Tahmin edersin ki hayli
enteresan bir kişilik. Yakın zamanlarda eşinden boşanmış ve karavanıyla oradan
oraya gezmeye başlamış, uzun süre kaz dağlarında kalmış; kendi kendine
konuşmaya başlayınca yola çıkayım biraz güneye ineyim demiş. İnsanların özel
hayatlarına hiç bulaşmayan ben nedense adamcağızın hikayesini merak ettim ve
ağzımdan birden çıkıverdi o münasebetsiz soru: Neden boşandınız karınızla?
‘yüzde ellibir benim kusurum’ dedi.
Samimi, insani ve bir okadar politik…
İçimden güldüm bayaa..
Meşhur karavanı merak ettim tabiki; gösterdi, küp gibi bir
şey çok şirin ama ayaklarını her iki taraftan sabitlemezsen rüzgarda
devriliyor. Meşakkatli iş yani.
Cengiz Aytmatov’un bir kitabını uzattı; ‘bunu oku kardeşim’
dedi. “Cemile’sini okumuştum” dedim.
Ama hiç hatırlamıyorum, belki de okumadım ama ağzımdan
çıkıverdi. Yapıyorum böyle şeyler bazen. Beni Cemile’den sınava çekecek değil
ya. Almak istemedim kitabı laf karıştırmaya çalıştım; şimdi bir de iade etmek
var… bugün burdayım yarın başka yerde… “Ben”, dedim, “biraz göçebeyim bu aralar
kitap taşımıyorum, bookz.org diye bir site var indiriyorum tablete, ordan
okuyorum bunu da indiririm” Sitede Türkçe yazarların kitaplarının çok sınırlı
olduğunu ne bilecek diye düşündüm. “Aaa” dedi “kitap sayfasına dokunmak gibisi
yoktur… “Kokusunu duymak” filan diye devam ediyordu… “klişeeee” diycektim, demedim.
“değil mi ama…” dedim. Yine de gargaraya getirip almadım tabi kitabı. Belki de
pek güzel bir kitaptı.
Babamın kedisi arapla karşılıklı bahçede mayıştık biraz. Sonra
yağmur çiseledi deniz pek güzel oldu. Yerimden kalkınca arap da kendisine yemek
vermeye kalktım sanıp kıpırdandı, esnedi, peşimden geldi. Yazık biz bütün
insanlar her an onun boğazını düşünüyoruz sanıyor…
Kaptanı aradım; “müsait misin yelkene çıkalım mı?” diye
sordum. “Rüzgar güney esecek” dedi.
“Eee” dedim.
Açıklamaya üşendi fazla uzatmadı: bir iki gün daha burdaysan
pazartesiden sonra bakalım dedi.
“Ertesi gün aradı; bu gece gökyüzü çok müsait teleskopu
kurucam” gelmek ister misin dedi?
“Neden olmasın” dedim.
Kaptan eski teleskopunu satmış ve yeni acayip bir teleskop
almış; kafayı bozmuştu zaten bu seferkinde gerçekten ayın kraterlerini gördüm. Sonra
jüpiteri gördüm; üstünde iki tane paralel çizgi var. Mars da hepsinden daha
küçük ama sarı. Kızıl gezegen diyorlar
bence sarı. Satürnün altında akrep burcu yıldız kümesi varmış maalesef
göremedim; küçük ve uzaktılar üstelik ayın ışığı engelliyordu. Ama enteresan
bir geceydi.
Sana bir şey itiraf edeyim mi?
Yıldızlar ve diğer gezegenler bi’ derece ama ayı o kadar
yakından görmek hoşuma gitmedi.
Ayın üstünde hafif
karaltıların olduğu kısma “sessizlik denizi” deniyormuş. Bir bu hoşuma gitti.
Eve geldiğimde epey geç olmuştu; uyumadan önce biraz
düşündüm. Yaklaşmak beni bozuyor. Herhangi bir şeye…
Biraz kitap ekini karıştırdım cumhuriyetin. Bu şiiri duymuş
muydun daha önce?
(Gökyüzüne o kadar yakın baktıktan sonra bu şiir yeniden
konumlandırdı beni)
GEL
Bu gece gel.
Dünya var
Kalbimin üzerinde…
Yaşam patlıyor…
Bu gece gel, ey sevgili,
Korkuyorum
Ruhumdan.
Ağlayamam! Bana el ver.
Göreceksin ki ruh
Usulca kayıyor;
Bak nasıl düşüyor ruh
Bir gözyaşına.
Alfonsina Storni diye bir Ajantinli şair yazmış.
Arjantine hiç gitmedim. Keşke gitsem.
Sevgiler
Jane
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder