Diyorum ki: bir oda olacaksa; o, bu oda olsun.
Bu odanın içinde iki duvar daha var. Benle sen de bu odanın içindeyiz
bir şekilde. Duvarın birine sırtımı vermişim; ötekine de sen. Üstatların takım
giydiğine bakmayalım hava epey bahar. Schubert
de gene biraz emrivaki oldu ama bu ara başka şey dinleyesim yok.
Birşeyler okuyorsun galiba.
Ben de elimdeki deftere birşeyler karalıyorum. Ne diyordum en son
mektubumda? Bunlar bana mı oluyor? Ne tuhaf soru; ama daha tuhafı da var: Ben
burada olmasaydım bunlar bana yine olur muydu? Benimle ilgili gördüğün tek şey
hedefini teğet geçmiş bir okun gölgesi. Çünkü gölge tam hedefte. Gölge mi var
olan? ok mu? Bazı sabahlar Yosunlu Koru’nun içinden yürürken cevap benim için
beliriyor. Dinliyor musun?
(karşıdaki koruya bu isimi taktım; ağaçlar kışın yosun
tutuyor; yosun da denizi hatırlatıyor; bir yerlerde bir deniz...var.) etrafta
dolaşan enerjiyle temasa geçen duygu durumum beni titretiyor. Garip olan beni
yakalıyor. Daha yeni ve daha gerçek bir durum bu. Yaşayan her şeyin bir ana ihtiyacı
var; benim de o ana ihtiyacım var; bu ana. Bu anın tüm hücrelerini yutmak;
onlara sahip olmak istiyorum. İşte şimdi sana yazdığım şeyin ne öncesi ne sonrası
var. Şimdi; her şey şimdi oluyor. Kelimeler ellerimde titriyor. Mecburum
yazmaya. Mecbur muyum yazmaya? Yazıyorum çünkü aslında umutsuzca çene çalmak
istiyorum ve sadece yazmak bana sessizliği getiriyor. Ve asıl ihtiyacım olan o
sessizliği bulmak. Seninle olan sessizliği seviyorum. Dedim ya yeni ve gerçek bir duygu durumu.
Çizdiğim bir resmin gölgesi. Bin tane ay ışığının bir suyun yüzeyindeki
gövdemin üzerine yansıması. Sende tamamlayamadığımı eksik haliyle not düşüyorum.
Düştüğüm notun üstüne üflüyorum. Yazdığım herşey çok gergin ve kırılgan.
Odadayız dördümüz; Perenyi, Schiff, ben, sen. Kimsenin kimseyi gördüğü yok; duyuyoruz. O
ana kadar…
Okuduğundan başını kaldırıp
yüzüme bakıyorsun. Ayna icad edilene kadar
kimse kendi yüzünü görmeye o kadar da meraklı değildi. Değil miydi? diye
düşünüyorum sen bana bakınca. Kocaman gözlerle bu kadar ifadesiz bakan iki
insan olabiliriz yeryüzünde. Bir müddet sonra tekrar dönüyorsun okuduğun şeye.
Fakat bu kez de Perenyi odaklanmanı engellemiş gibi tekrar kaldırıyorsun başını.
Şimdi de Perenyi’nin yüzüne bakıyorsun ve onun yüzündeki o tuhaf gülümsemeyi
yakalıyorsun. odadaki 8 dakika içinde ilk temas. Herkes orada. Sonra indiriyorsun başını ve devam ediyorsun okumaya. Ben de biraz gevşiyorum böylece. Beni sessiz bir sakinlik içinde okuyorsun ve
tüm bu sükûneti yazarken çıkardığım gürültü sana da garip geliyor olmalı. İşte
bu yüzden sana ihtiyacım var. Olmadığın her yer süt liman. Oysa bakışın nereye
değse dalga çıkarıyor. Bunu daha önce söylememiştim ama aramızda hep şöyle bir
diyalog geçiyor: “Ne demiştin az önce?” diye soruyorsun ve ben hep “ben bir şey demedim”
diyorum.
11 dakikadır odanın içindeyiz. Kalkıp benim yaslandığım
duvara geliyorsun sol yanıma oturuyorsun. Deftere yazmayı bırakıyorum. Şimdi bizi restore etmeliyim; bu halimizle
zamana dayanamayız çünkü gölgemin düştüğü yerdesin. Gölgemi diğer köşeye
kaydırıyorum. Biraz gerildiğimi itiraf etmeliyim.
(Yo yo biliyorum bunlar gerçekte bana olmuyor. Ama, olmuyorsa da bana olmuyor ;)
Yazmıyor olduğum ama hala elimde olan kalemi istiyorsun bir
şey söylemeden, elinle yaptığın ufak bir jestle… Veriyorum. Alıp bir not düşüyorsun, geri
veriyorsun. Başından beri odaya ait
olmadığını düşündüğüm sesler duyuyordum; bir ara kesilmişti yeniden duydum şimdi.
Dışarıdan gelebileceğini düşünüyorum. Havada en ufak bir değişiklik olsa ben
bunu fark ederim, bedenim beni dürter ve bunu hissetmiş olmakla da epey
gururlanırım esasen. Kalkıp pencereye
doğru yürüyorum; dışarıyı kolaçan etmeye... Dışarıdaki sesler umurumda değil
oysa; sadece şuan odanın dışında bir hayat var mı, merakım buna…
Ben kalkınca sen de başını kaldırıp bakıyorsun arkamdan
sanki ne için kalktığımı bilirmiş gibi; çok da istifini bozmadan. ..Var mı? der
gibi.
Neredeyse yok gibi.
Sevişme sonrası gibi: uykulu bir boşluk… Hareket yok!
Olsa da sana söyleyecek değilim.
Bahar insanların zihinlerini boşalttıkları anları yakalar.
Sinsi gelir, erken ve yayıla yayıla tutunmaya başlar. Tutunur da… şu an yayılıyor. Neye baktığını
anlamıyorum ama bakışın yaratılış mucizesi gibi, yayılıyor ve önceden
anladığımı sandığım tüm kavramları yutuyor.
Fark ediyor olmalısın benim için istemek… hayatın içine o
denli dalmak ve onu sahiplenmek çok mümkün değil, herhangi birşeyi sahiplenmek
çok zor… Oysa burada şimdi ne istediğimi biliyorum. Sonu gelmeyeni… önü
olmayanı… Hiç rahat değil içim ne var ki… Nedir bu huzursuzluk? Ne olduğunu hiç
bilmiyorum ama beni geriyor. Bunu her istediğimde yay gibi geriliyorum. Allahtan bu his sürekli değil eminim. Kalıcı
olsa akıllara zarar.
Deftere bakıyorsun.
Görüyorsun ya…sen altı çizilmiş satırlarımsın ve yuvarlak
içine alınmış kelimelerim…
Gördüğün şeye şaşırabilirsin: bir şimdiki zaman aynasının
binlerce parçacığa bölünmüş anları. Her
okuduğun bir resim; hepsi şimdi oluyor. Bir insanın en küçük o anda ne yaşadığıyla
ilgili bir fikir verebilir belki ya da vermez. Çünkü şu anda tek tek görüyor
olduğun kelimeler bütünsel bir anlam ifade etmiyor ama ben kendimi bütünlemeyi
düşünerek yaşayamam anı. Bütünlüğü olmayan anlar da var: yani öncesi, sonrası
olmayan biraz bulutlu… yazmaya mecburum, ama kendime inanmıyorum, yazdıklarım,
kelimeler… ben öyle yaptığım için bu sırayla dizilmiş notalar gibi. Gerçek bana
tüm gerçekliğiyle görünse onu tanıyabilir miyim ki? Ben emin olduğum hiçbir şeye inanamam. Ama pencerenin önündeyken ne yaptığımı
biliyorum şu anda. Bu yazdıklarım iletişim değil… sana bir mesaj aktarmıyor…
tamamen içgüdüsel duyduğum, dışımda, doğada saklı olan bir şeyi açığa
çıkartıyorum senin şahitliğinde. Yazdığım şey oda müziği gibi bir şey.
İşte bunlar şu anda sana oluyor ; istersen başını çevir bak
pencereye doğru; oradayım ben. Dışarıyı
kolaçan ediyorum. Şu anda Odanın dışında birşey yok gibi.
Olsa da sana söyleyecek değilim.
Sevgiler
Jane
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder