O günden sonra bir daha anahtarımı kaybetmedim ben biliyor
musun? Hangi gün diyeceksin anlatacağımı bile bile. Anlatacağım elbet ama
sonra.
Bu sabah yine çok yağmur yağdı sonra durdu da ne fayda… aynı
Rene Char dizesi gibi;
“Terli gök vurdu dumanını dünyanın en yorgun gözlerine...”
Hem o şiir bizimdir. ‘güzel bişey sakınmasız olmak’.
Gözlerimde lenslerle uyuya kalmışım, sabah gözlerimi açmamla
kapamam bir oldu, canım sıkıldı buna. Uff şimdi bütün gün gözlerim kaşınacak
ben de onları ovuşturacağım sonra gözlerimin altında o mor halkalardan
oluşacak, geçsin diye o pahalı kremden süreceğim, sonra sürdüğümü unutup yine
gözlerimi ovuştururken gözüme kaçacak, gözüm yanacak, küfür edeceğim -
biliyorsun küfür etmeyi sevmiyorum, lanet okumayı da…
Çok da sabah olmamış şimdi gidip çıkartayım bir iki saat
kestireyim sonra yeniden kalkar gözlerimi kandırırım diye düşündüm. Ne yazık ki
ben bunları düşünürken yeterince zaman geçmişti ve gözlerim çoktan ayılmıştı.
ıhlamur istedi canım bu sabah nedense; kalktım annemin
getirdiği ıhlamuru buldum çayların arasında. Ekimden ocağa parmak hesabı yaptım
sanki ıhlamurun kaç ayda bozulacağını bilirmiş gibi… bozulmamış olduğuna kanaat getirip su
kaynattım. Ketılın kaynatmasını beklerken ocaktaki kahve lekesini gördüm onu
temizledim. Ihlamuru alıp odama döndüm. Pencereden sokağı seyrettim biraz sonra
karşı sıradaki evlerin birinin kapısının önündeki biri dikkatimi çekti. Deli
gibi anahtar arıyordu ceplerinde. Onu seyretmeye başladım. Sağ cebini, sol
cebini sonra tekrar sağ cebini boşaltıp durmasını seyerttim ıhlamurumu
yudumlarken. Biraz kapıdan ileriye
yürüyüp geri döndü sanki geldiği yolda düşürüp düşürmediğini teyit etti
kendince. Bir süre sonra pes edip cep telefonunu çıkartıp arama yaptı ve
konuşurken de yürümeye başladı ve görüş alanımdan çıktı. İşte o gittikten sonra
aklıma takıldı.
O günden sonra hiç anahtarımı kaybetmedim ben sahi.
Henüz lisede değildim, okuldan çıkıp servise binmiştim,
Orhan abiye de yanaşıp ‘bugün Emel’den önce bıraksana beni, annemle dişçiye
yetişcez’ diye ayak üstü uydurmuştum. Eve 5 dakka önce girsem o bile kardı
çünkü herzamankinden farklı bir işim vardı evde o gün. Orhan abi ikiletmedi
tabi; emel farkında bile değildi kimin önce kimin sonra indiğinin. Servis
kapının önünde durdu apar topar indim. Apartman kapısı açıktı içeri girdim
merdivenleri çıkarken sırt çantamın kenarına astığım ceketin cebine ulaşmaya
çalışıyordum ama ceketi çekiştirdikçe ses gelmemesi de tuhafıma gitmişti. Diğer
cebe de uzanmaya çalıştım, çantayı omzumdan önüme alıp doğru dürüst aramaya da
üşeniyor öyle saçma bir şekilde aynı cebe elimi daldırıp boş çekiyordum. Onca
çekiştirmeye anahtar sesine benzer bir şıngırtı da gelmemişti henüz, alla alla diyerek sonunda
durdum ve ceketi çantadan kurtardım. Salladım ses yok, cepleri yokladım
anahtarlarım yok. Arma cebine bile baktım ki oraya koymuş olmamın imkansız
olduğunu bilmeme rağmen. Panikledim hızla merdivenlerden aşağıya servisten indiğim noktaya kadar başım önümde
yürüdüm. Ağlayacak kadar içim sıkılmıştı. Uff diyip duruyordum hem içimden hem
dışımdan. Eve girmem gerek. Yerlere bakınıyordum.
Tekrar apartmanın içine girdim. Bu kez kapıcı dairesinin olduğu kata kadar
indim belki düştü ve ben duymadım diye; mümkünatı yoktu ya… yoktu işte. Bizim
dairenin önüne kadar çıktım. Merdivenlere oturup çantayı boşalttım. Yoktu. Yine
uffladım. Kapıya tekme atmak da geçti içimden ama karşı komşu kapıyı filan açar
beni içeri davet ederdi o zaman. Bu iç sıkıntısıyla
kimseyi çekemezdim torunuyla da hiç anlaşamıyordum zaten benden küçüktü ve abuk
sabuk şeyler anlatıp duruyordu. Benim eve
girmem gerekiyordu hem de hemen. Halihazırda kendimi Emel’den önce eve
bıraktırmayla kazandığım zamanı anahtar arayarak harcamıştım. Annem ve babamın
işten gelmelerine hepi topu 3 saat vardı. İçim giderek daha feci sıkılmaya
başlamıştı. Komşu Servet teyzenin beni
farkedebileceği düşüncesi de beni germişti, çantayı toplayıp sessizce
merdivenlerden aşağıya indim. Annemler gelmeden eve giremeyecek olduğum gerçeğini kabullenmiş somurtuyor ve offluyordum. Nerede zaman geçireceğimi de bilmiyordum, aşağı
sokaktaki parka gideyim dedim. Salıncaklar falan … saçma geldi. Biraz kırtasiyede
oyalanayım, üst sokağa yürüyeyim, dut ağacının oraya; elbet ödevini bitiren
birileri sokağa çıkar annemler gelene kadar onlarla takılırım diye düşündüm. Hiç düşündüğüm gibi olmadı, kırtasiyede 2 veya
3 dakika oyalanabildim. Eve giremeyişime, o gün o eve giremeyişime o kadar
mutsuzdum ki dut falan gözümde yoktu. Yani o yarım saat süren nereye gideceğini
nasıl zaman geçireceğini bilmez
sokaktalığım yok mu? –çünkü max
yarım saat dayanabildim sanırım, sonunda bir iki sokak ileride oturan
teyzemlerin kapısına dayandım.
İşte bu sabah ıhlamur içerken o günden sonra hemen hemen her
bişeyi kaybettiğimi ama hiç anahtar kaybetmediğimi düşündüm.
Gabriel Fauré dinleyelim mi?
Zaman ne obez bi yaratık ama biz de uyuyan güzel sayılmayız.
Sevgiler
Jane
(P.S. O kısmını da başka zaman anlatırım.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder